21.08.2018 GÜNÜNE
İSTİNADEN....
Hayatta yaşadığımız her
şeyin tam da o ana özel olduğunu düşünürüm. Tam da o ana, o saate, o dakikaya
veya o saniyeye ait olduğunu. Siz de düşündüğünüz zaman bana hak vereceksiniz
eminim. Basit bir şekilde her sabah uyanırken bile temelde yaptığımız işlev aynı
olsa bile farklı ruh hallerinde uyanabiliyoruz. Ya ruh halimiz iyi ya da kötü
oluyor, ya saçlarımız daha dağınık, ya da uykumuzu almamışız. Bizim farkında
olmadığımız ufak farklılıklar...
Ayrıntılardan bütüne doğru
ulaşırsak eğer, günlerimiz bile birbirinden farklı geçiyor. Oysa insanlar
yaşamlarının hep birer rutine dönüştüğünü söyler. Halbuki öyle değildir. Aynı
insan olarak güne başlasak da, gün içinde mutlaka yaşadığımız şeyler bizi
farklı şekilde etkiliyor. Dün kadar huzurlu olamıyoruz bugün mesela. Ya da dün
kadar kötü hissedemiyoruz. En basit şekilde dün aldığımız ekmek, bir önceki gün
aldığımız ekmekten daha küçük ya da daha büyük.
Ufacık farklılıkların,
hayatımızın bölümlerine dikkatlice baktığımızda aslında her günümüzün
birbirinden farklı olduğunu görsek şaşıracağız.
Bayramın birinci günü,
benim için çoğu günlerden farklıydı.
Doğal olarak her bayram
beklendiği gibi akraba ziyaretlerinde bulunduk. Şehir dışına çıktık. Doğrudan
gittiğimiz yerde, yaylaya...mis gibi doğanın içine girdik. Yeşiller,
yağmur...sis..HUZUR!!!!
Ve bir de kalabalık. Hani
sevdiğiniz insanlar.. öyle boş değil.
Normalde kalabalığı sevmem.
Kalabalık beni sıkar. Ama bugün öyle düşünmedim. Diyorum ya, her gün, her an
kendine özel. Kendine ait bir dünyası var sanki. Sıkılacağımı, eve gitmek
isteyeceğimi düşündüğüm bir günün bu kadar güzel geçebileceğini de
düşünmemiştim haliyle.
Yayla o kadar güzeldi ki,
yemyeşil ormanlar içinde yürüdüm. Derin bir nefes çektim içime. Şehrin o toz
kokusundan uzakta, belki de ilk kez nefes aldığımı hissettim. İçime çektiğim
havanın o tadını alabildim. Ağzınızda farklı bir aroma tadı oluşuyor. İnanın
nasıl bir şey olduğunu anlatamıyorum ama o temiz havanın tadı bütün tat
dokularınıza işliyor ve hayret ediyorsunuz. Dişlerinizi fırçaladıktan sonra
ağzınızda bir ferahlık oluşur ya, işte bu da öyle bir his zannımca.
Ferah. Ciğerlerinize kadar
işleyen bir tat.
Havada ise bir sis. Arada
bir yağmur damlaları düşüyor. Bizim buralarda zom diyorlar. Sis öyle çok ki,
oluşan manzara nefes kesiyor. Ormanın ötesini, dağın eteklerini göremiyorsunuz.
Sanki bulut kümesi iki kat aşağıya inmiş gibi.
Saçlarım hep nemli kaldı.
Normalde kıvırcık saçlı olduğum için açık bıraktığım zaman biraz da olsa
kabarık görünürdü ama havanın baskınlığı yüzünden dalgalı saçlarla gezdim.
Elimi saçlarımın arasına soktuğum zaman o nemi, saçlarıma sinen o sisi
hissettim.
Müthiş bir şeydi.
Nemli topraklara ayak
bastım. Oluşan ayak izlerime güldüm. Ayak parmaklarımın çamur oluşu karşısında
kahkahalar attım. Doğanın pozitif enerjisini yüklendim öyle döndüm.
Çok güzel bir rüzgar vardı.
Kollarımdaki tüyleri ürperten, ince tişörtümün altında vücudumu titreten bir
rüzgar. Yüzüme çarptığı her an mutlulukla ağlamak istedim. Hani bazı anların
içine hapsolmak istersiniz ya. Zamanı bükebilsek o anlarda kalmayı, o anlarda
uzun uzun zaman geçirmeyi istersiniz hani? İşte öyle olsun istedim ben de.
Yanımda birkaç kişi ile birlikte uzun uzun yürüyüşler yaparken o anı saklamak,
zamanı bükebilmek ve aslında bir saatin içinde saatler geçirebilmek istedim.
Ama mümkün değildi
elbette.
Bir şekilde o anları
içinize çekmeyi başarıyorsunuz ama yine de. Zihninize kazınmış oluyor. Eğer o
anlarda oturup bu yazıyı yazmış olsaydım, coşku dolu bir yazı ortaya çıkarmış
olurdum. Şu an öyle bir yerdeyim ki diye başlar ve gördüğüm en ufak bir çöpü
bile ayrıntıları ile yazabilirdim. Yaparım. Kendimi tanıyorum.
Beni şaşırtan şey, böylesi
bir pozitifliğe ihtiyaç duyuyor olmamız. Durumla karşılaşana kadar farkında
bile olmuyoruz. Doğanın çam kokusunu içime çektiğim o ilk an, buna gerçekten
ihtiyacım varmış diye düşündüm. Belli bir yüksekliğe çıktıktan sonra
telefonumda şebeke kaybolmaya başladı. Belli noktalarda çekse de genel olarak
arama yapamıyor veyahut interneti kullanamıyordum.
Telefonu bir günlüğüne de
olsa bırakıp kendinizi doğaya teslim ettiğiniz zaman zihniniz öyle hızlı
boşalıyor ki. Şaşırıyorsunuz.
Hava, koku, yeşilin ve
mavinin normalde yan yana gelse anlamsız durduğu ama doğada kusursuz bir
şekilde bütünleştiği o uyumu görünce insanın kendisini kaybetmemesi mümkün
değil zaten.
Hava kararınca, başka türlü
bir ayaz çıkageldi bu sefer. Yüreğinize kadar titreten ama sizi üşütmeyen bir
ayaz. Ve müthiş bir şekilde sis.
Gecenin üzerine bir perde
gibi inmiş, tepelerdeki evlerin ışıklarını bile örten onları havada bir
yıldızmış gibi gösteren bir sis.
Kalabalık ile, tam olarak
on bir kişi, dışarıda bir çardakta oturduk. Bilenler bilir. Geniş, herkesin
sığdığı çardak. Ortaya geniş bir battaniye alındı ve herkes üşüyen ayaklarını
battaniyenin içine soktu.
Ama bir muhabbet ki...Ne
muhabbet..
Sabahın üçünü
görmüşüz.
En yakın ev, neredeyse bir
kilometre uzakta ve bulunduğumuz evin etrafı da ormanla çevrili olduğu için
doyumuna sesimiz gür çıkıyor. Kahkahalarımız kısıtlama olmaksızın yüksek. Bazen
neye güldüğümü bile bilmediğimi hissettim. Ama yine de güldüm. İnsanın
gerçekten, içinden, dolu dolu gülmeye ihtiyacı da var. Kalbi ferahlıyor. Bir
coşku. Bir sevinç.
Konuşuyoruz doyasıya.
Konudan konuya atlayarak, bazen konunun çok çok dışına çıkarak ama sonra dönüp
tamamlayarak. Diyorum ya, o anları saklamak istedim. Böyle bir şey mümkün olsa
zamanda hiç ileriye gidemeyiz sanırım.
Bizi biz yapan kötü anıları
da silmiş oluruz. Tuhaf bir karmaşa olurdu.
Bir ara insanlar konuşurken
başımı geriye yasladım ve gökyüzüne baktım.Sis her tarafı kapladığı için hava
hem büyüleyici görünüyordu hem de ilginç. Zom dediğimiz o yağmur damlaları
yüzüme düştü. Sohbetten o derece soyutlanmışım ki beş dakika falan sonra adımla
biri bana sesleniyor.
Yağmuru hissetmek, o
damlalar yüzümün kavislerinden akıp giderken öyle huzurlu hissediyorum ki, bir
an için duymazlıktan geliyorum. Ama sonra dönüp bakıyorum ve kahkahalarla
sohbete devam ediyoruz.
Sonra yine dalıyorum kendi
alemime. Uzaklara bakıyorum. Sisin onları bir yıldız gibi gösterdiği evleri
süzmeye çalışıyorum. Öyle güzeldi ki ..bunun çabası bile. Sırtımı yastığa
yaslıyorum ve derin derin nefesler alarak anı hazmetmeye çalışıyorum.
Tuhaftı ama güzeldi.
Sabaha kadar oturmayı çok
istedik ama ertesi gün erkenden kalkmak gerekiyordu ve ancak üç saatlik uyku
uyuyabildik. O ortamda mis gibi kahvaltı yapıldı, karnımı bayağı bir doyurdum.
Sonra yine uzun mu uzun bir yürüyüşe çıktık. Doyamadım.
İki tane de köpekleri vardı
gittiğimiz akrabamızın. Birisi bağlıydı ancak diğeri küçük yavru olduğu için
yaramazdı. Sık sık ipini koparıyordu. Onunla oynadım. O benimle oynadı.
Eğitmeye çalıştım ki, bir yere kadar eğitebildim de. Ne zaman ayaklarını
bacaklarıma koymaya çalışsa kaşlarımı çatıp, işaret parmağımı ona doğrultarak,
"Geri çekil," dedim. Kulakları indirdi, kuyruğu büktü ve geri
çekildi. "Otur,"dedi. İtiraz edercesine tatlı bir şekilde inledi ve
oturdu. Kucağıma alıp sıkı sıkı sarılasım geldi. Ancak hemen sonra oyunbaz
olduğu için üzerime atladı. Ben kahkaha atarak kaçtım ve o da sevinçle
havlayarak beni kovaladı.
*
Mezarlık yaylada olduğu
için yaylaya çıkmadan önce oraya uğradık. Ölmüşlerimizin başında dua ettik.
Mezarlık beni her zaman ürkütüyor. Ölülerden korkmak gibi bir ürkme değil bu.
Sonumuzun nerede olacağını görmek insanı afallatıyor. Anılar zihnimde
canlanıyor ve sonra o kişinin sadece dikdörtgen bir mermerin içindeki toprağın
altında yattığını hatırlayınca tüylerim ürperiyor. Uzun uzun çam ağaçları
rüzgarla kokusunu her yere yayarken, gözlerim doluyor. Normalde böyle olmazdım.
Yani ne bileyim, ağlamazdım.
Duamı eder ve sonra
mezarların isimlerini okumaya başlardım. Ölenlerin isimlerini, ne zaman
öldüklerini, ne zaman doğduklarını incelerdim. Hepsine dua eder ve sonra çıkardım.
Bu sefer öyle olmadı. Dedemin mezarına bakarken, annemin,
"Babam..babam.." deyişini dinlerken içimde bir şeyler koptu ve duadan
sonra kendimi dışarıya attım.
Ayağımda topuklu
ayakkabılarım vardı. Çakıl taşların üzerinde yeterince hızlı yürüyemediğim o
her an boyunca daraldım. Daraldım.
Yaşayan olarak, ölüme o
kadar yakınız ki. O kadar ölümle iç içeyiz ki, farkında değiliz aslında.
Arabaya binip oradan ayrıldığımız zaman bile o ruh halini üzerimden bir türlü
atamadım. Ara sıra Allah'a şükür, bir ölümüz olmasa da öylesine mezarlığı
ziyaret eder, ölümü hatırlamaya çalışır ve ölen bütün müslümanlar için dua
ederdim. O etki üzerimden gün boyu gitmezdi.
Bunu yapmak lazım aslında.
Orada hiçbir yakınınız olmasa da mezarlığa gidip ölüleri hatırlamak, onlara
selam vererek mezarlığa girmek ve yine verdiğiniz selamı sanki onlar karşılamış
gibi yine sizin karşılamanız, vakit varsa bütün mezar taşlarını gezmek onlar
için iyi dileklerde bulunmak. Bunu bir sene öncesine kadar yapardım. İnsan
üzerinde kötü bir ruh hali bırakıyor ama yine de hatırlatıyor. Bazı şeylerin
bir gün biteceğini, bir gün bizim de biteceğimizi ve bütün o kibirlerimizin,
kötülüklerimizin, iyiliklerimizin yalnızca bir toprak altında yok olacağını
hatırlatıyor. Ne kadar güzel, ne kadar çirkin olursak olalım...biteceğiz..
Bitmek de zorundayız.
HAYAT ne acayip değil
mi?
İyi olmayı diliyorum. İyi
olabilmeyi ve ömrüm boyunca iyiliğe yetebilmeyi.
Umarım sizin de dolu dolu
pozitif enerji depoladığınız böylesi günleriniz olur. Bu tür günler öyle her gün
olmuyor. Yalnızca bir gün ya da birkaç gün yaşanıyor ve sonra geçmişte yerini
alıyor. Diyorum ya, her an kendine özel. Güzel ve bazen de kötü.
HAYAT.
(Yukarıdaki resim, bakmaya doyamadığım sayılı manzaralardan
birisi.)
Yazını okurken adeta oradaydım...
YanıtlaSilTeşekkür ederim. (:
YanıtlaSil