Sayfalar

Pazartesi, Aralık 10, 2018

Güzel bir gün




21.08.2018 GÜNÜNE İSTİNADEN....
Hayatta yaşadığımız her şeyin tam da o ana özel olduğunu düşünürüm. Tam da o ana, o saate, o dakikaya veya o saniyeye ait olduğunu. Siz de düşündüğünüz zaman bana hak vereceksiniz eminim. Basit bir şekilde her sabah uyanırken bile temelde yaptığımız işlev aynı olsa bile farklı ruh hallerinde uyanabiliyoruz. Ya ruh halimiz iyi ya da kötü oluyor, ya saçlarımız daha dağınık, ya da uykumuzu almamışız. Bizim farkında olmadığımız ufak farklılıklar... 
Ayrıntılardan bütüne doğru ulaşırsak eğer, günlerimiz bile birbirinden farklı geçiyor. Oysa insanlar yaşamlarının hep birer rutine dönüştüğünü söyler. Halbuki öyle değildir. Aynı insan olarak güne başlasak da, gün içinde mutlaka yaşadığımız şeyler bizi farklı şekilde etkiliyor. Dün kadar huzurlu olamıyoruz bugün mesela. Ya da dün kadar kötü hissedemiyoruz. En basit şekilde dün aldığımız ekmek, bir önceki gün aldığımız ekmekten daha küçük ya da daha büyük. 
Ufacık farklılıkların, hayatımızın bölümlerine dikkatlice baktığımızda aslında her günümüzün birbirinden farklı olduğunu görsek şaşıracağız. 
Bayramın birinci günü, benim için çoğu günlerden farklıydı. 
Doğal olarak her bayram beklendiği gibi akraba ziyaretlerinde bulunduk. Şehir dışına çıktık. Doğrudan gittiğimiz yerde, yaylaya...mis gibi doğanın içine girdik. Yeşiller, yağmur...sis..HUZUR!!!! 
Ve bir de kalabalık. Hani sevdiğiniz insanlar.. öyle boş değil.
Normalde kalabalığı sevmem. Kalabalık beni sıkar. Ama bugün öyle düşünmedim. Diyorum ya, her gün, her an kendine özel. Kendine ait bir dünyası var sanki. Sıkılacağımı, eve gitmek isteyeceğimi düşündüğüm bir günün bu kadar güzel geçebileceğini de düşünmemiştim haliyle. 
Yayla o kadar güzeldi ki, yemyeşil ormanlar içinde yürüdüm. Derin bir nefes çektim içime. Şehrin o toz kokusundan uzakta, belki de ilk kez nefes aldığımı hissettim. İçime çektiğim havanın o tadını alabildim. Ağzınızda farklı bir aroma tadı oluşuyor. İnanın nasıl bir şey olduğunu anlatamıyorum ama o temiz havanın tadı bütün tat dokularınıza işliyor ve hayret ediyorsunuz. Dişlerinizi fırçaladıktan sonra ağzınızda bir ferahlık oluşur ya, işte bu da öyle bir his zannımca. 
Ferah. Ciğerlerinize kadar işleyen bir tat. 
Havada ise bir sis. Arada bir yağmur damlaları düşüyor. Bizim buralarda zom diyorlar. Sis öyle çok ki, oluşan manzara nefes kesiyor. Ormanın ötesini, dağın eteklerini göremiyorsunuz. Sanki bulut kümesi iki kat aşağıya inmiş gibi. 
Saçlarım hep nemli kaldı. Normalde kıvırcık saçlı olduğum için açık bıraktığım zaman biraz da olsa kabarık görünürdü ama havanın baskınlığı yüzünden dalgalı saçlarla gezdim. Elimi saçlarımın arasına soktuğum zaman o nemi, saçlarıma sinen o sisi hissettim. 
Müthiş bir şeydi. 
Nemli topraklara ayak bastım. Oluşan ayak izlerime güldüm. Ayak parmaklarımın çamur oluşu karşısında kahkahalar attım. Doğanın pozitif enerjisini yüklendim öyle döndüm. 
Çok güzel bir rüzgar vardı. Kollarımdaki tüyleri ürperten, ince tişörtümün altında vücudumu titreten bir rüzgar. Yüzüme çarptığı her an mutlulukla ağlamak istedim. Hani bazı anların içine hapsolmak istersiniz ya. Zamanı bükebilsek o anlarda kalmayı, o anlarda uzun uzun zaman geçirmeyi istersiniz hani? İşte öyle olsun istedim ben de. Yanımda birkaç kişi ile birlikte uzun uzun yürüyüşler yaparken o anı saklamak, zamanı bükebilmek ve aslında bir saatin içinde saatler geçirebilmek istedim. 
Ama mümkün değildi elbette. 
Bir şekilde o anları içinize çekmeyi başarıyorsunuz ama yine de. Zihninize kazınmış oluyor. Eğer o anlarda oturup bu yazıyı yazmış olsaydım, coşku dolu bir yazı ortaya çıkarmış olurdum. Şu an öyle bir yerdeyim ki diye başlar ve gördüğüm en ufak bir çöpü bile ayrıntıları ile yazabilirdim. Yaparım. Kendimi tanıyorum. 
Beni şaşırtan şey, böylesi bir pozitifliğe ihtiyaç duyuyor olmamız. Durumla karşılaşana kadar farkında bile olmuyoruz. Doğanın çam kokusunu içime çektiğim o ilk an, buna gerçekten ihtiyacım varmış diye düşündüm. Belli bir yüksekliğe çıktıktan sonra telefonumda şebeke kaybolmaya başladı. Belli noktalarda çekse de genel olarak arama yapamıyor veyahut interneti kullanamıyordum. 
Telefonu bir günlüğüne de olsa bırakıp kendinizi doğaya teslim ettiğiniz zaman zihniniz öyle hızlı boşalıyor ki. Şaşırıyorsunuz. 
Hava, koku, yeşilin ve mavinin normalde yan yana gelse anlamsız durduğu ama doğada kusursuz bir şekilde bütünleştiği o uyumu görünce insanın kendisini kaybetmemesi mümkün değil zaten. 
Hava kararınca, başka türlü bir ayaz çıkageldi bu sefer. Yüreğinize kadar titreten ama sizi üşütmeyen bir ayaz. Ve müthiş bir şekilde sis. 
Gecenin üzerine bir perde gibi inmiş, tepelerdeki evlerin ışıklarını bile örten onları havada bir yıldızmış gibi gösteren bir sis. 
Kalabalık ile, tam olarak on bir kişi, dışarıda bir çardakta oturduk. Bilenler bilir. Geniş, herkesin sığdığı çardak. Ortaya geniş bir battaniye alındı ve herkes üşüyen ayaklarını battaniyenin içine soktu. 
Ama bir muhabbet ki...Ne muhabbet.. 
Sabahın üçünü görmüşüz. 
En yakın ev, neredeyse bir kilometre uzakta ve bulunduğumuz evin etrafı da ormanla çevrili olduğu için doyumuna sesimiz gür çıkıyor. Kahkahalarımız kısıtlama olmaksızın yüksek. Bazen neye güldüğümü bile bilmediğimi hissettim. Ama yine de güldüm. İnsanın gerçekten, içinden, dolu dolu gülmeye ihtiyacı da var. Kalbi ferahlıyor. Bir coşku. Bir sevinç. 
Konuşuyoruz doyasıya. Konudan konuya atlayarak, bazen konunun çok çok dışına çıkarak ama sonra dönüp tamamlayarak. Diyorum ya, o anları saklamak istedim. Böyle bir şey mümkün olsa zamanda hiç ileriye gidemeyiz sanırım. 
Bizi biz yapan kötü anıları da silmiş oluruz. Tuhaf bir karmaşa olurdu. 
Bir ara insanlar konuşurken başımı geriye yasladım ve gökyüzüne baktım.Sis her tarafı kapladığı için hava hem büyüleyici görünüyordu hem de ilginç. Zom dediğimiz o yağmur damlaları yüzüme düştü. Sohbetten o derece soyutlanmışım ki beş dakika falan sonra adımla biri bana sesleniyor. 
Yağmuru hissetmek, o damlalar yüzümün kavislerinden akıp giderken öyle huzurlu hissediyorum ki, bir an için duymazlıktan geliyorum. Ama sonra dönüp bakıyorum ve kahkahalarla sohbete devam ediyoruz. 
Sonra yine dalıyorum kendi alemime. Uzaklara bakıyorum. Sisin onları bir yıldız gibi gösterdiği evleri süzmeye çalışıyorum. Öyle güzeldi ki ..bunun çabası bile. Sırtımı yastığa yaslıyorum ve derin derin nefesler alarak anı hazmetmeye çalışıyorum. 
Tuhaftı ama güzeldi. 
Sabaha kadar oturmayı çok istedik ama ertesi gün erkenden kalkmak gerekiyordu ve ancak üç saatlik uyku uyuyabildik. O ortamda mis gibi kahvaltı yapıldı, karnımı bayağı bir doyurdum. Sonra yine uzun mu uzun bir yürüyüşe çıktık. Doyamadım. 
İki tane de köpekleri vardı gittiğimiz akrabamızın. Birisi bağlıydı ancak diğeri küçük yavru olduğu için yaramazdı. Sık sık ipini koparıyordu. Onunla oynadım. O benimle oynadı. Eğitmeye çalıştım ki, bir yere kadar eğitebildim de. Ne zaman ayaklarını bacaklarıma koymaya çalışsa kaşlarımı çatıp, işaret parmağımı ona doğrultarak, "Geri çekil," dedim. Kulakları indirdi, kuyruğu büktü ve geri çekildi. "Otur,"dedi. İtiraz edercesine tatlı bir şekilde inledi ve oturdu. Kucağıma alıp sıkı sıkı sarılasım geldi. Ancak hemen sonra oyunbaz olduğu için üzerime atladı. Ben kahkaha atarak kaçtım ve o da sevinçle havlayarak beni kovaladı. 
*
Mezarlık yaylada olduğu için yaylaya çıkmadan önce oraya uğradık. Ölmüşlerimizin başında dua ettik. Mezarlık beni her zaman ürkütüyor. Ölülerden korkmak gibi bir ürkme değil bu. Sonumuzun nerede olacağını görmek insanı afallatıyor. Anılar zihnimde canlanıyor ve sonra o kişinin sadece dikdörtgen bir mermerin içindeki toprağın altında yattığını hatırlayınca tüylerim ürperiyor. Uzun uzun çam ağaçları rüzgarla kokusunu her yere yayarken, gözlerim doluyor. Normalde böyle olmazdım. Yani ne bileyim, ağlamazdım. 
Duamı eder ve sonra mezarların isimlerini okumaya başlardım. Ölenlerin isimlerini, ne zaman öldüklerini, ne zaman doğduklarını incelerdim. Hepsine dua eder ve sonra çıkardım. Bu sefer öyle olmadı. Dedemin mezarına bakarken, annemin, "Babam..babam.." deyişini dinlerken içimde bir şeyler koptu ve duadan sonra kendimi dışarıya attım. 
Ayağımda topuklu ayakkabılarım vardı. Çakıl taşların üzerinde yeterince hızlı yürüyemediğim o her an boyunca daraldım. Daraldım. 
Yaşayan olarak, ölüme o kadar yakınız ki. O kadar ölümle iç içeyiz ki, farkında değiliz aslında. Arabaya binip oradan ayrıldığımız zaman bile o ruh halini üzerimden bir türlü atamadım. Ara sıra Allah'a şükür, bir ölümüz olmasa da öylesine mezarlığı ziyaret eder, ölümü hatırlamaya çalışır ve ölen bütün müslümanlar için dua ederdim. O etki üzerimden gün boyu gitmezdi. 
Bunu yapmak lazım aslında. Orada hiçbir yakınınız olmasa da mezarlığa gidip ölüleri hatırlamak, onlara selam vererek mezarlığa girmek ve yine verdiğiniz selamı sanki onlar karşılamış gibi yine sizin karşılamanız, vakit varsa bütün mezar taşlarını gezmek onlar için iyi dileklerde bulunmak. Bunu bir sene öncesine kadar yapardım. İnsan üzerinde kötü bir ruh hali bırakıyor ama yine de hatırlatıyor. Bazı şeylerin bir gün biteceğini, bir gün bizim de biteceğimizi ve bütün o kibirlerimizin, kötülüklerimizin, iyiliklerimizin yalnızca bir toprak altında yok olacağını hatırlatıyor. Ne kadar güzel, ne kadar çirkin olursak olalım...biteceğiz.. Bitmek de zorundayız. 
HAYAT ne acayip değil mi? 
İyi olmayı diliyorum. İyi olabilmeyi ve ömrüm boyunca iyiliğe yetebilmeyi. 
Umarım sizin de dolu dolu pozitif enerji depoladığınız böylesi günleriniz olur. Bu tür günler öyle her gün olmuyor. Yalnızca bir gün ya da birkaç gün yaşanıyor ve sonra geçmişte yerini alıyor. Diyorum ya, her an kendine özel. Güzel ve bazen de kötü. 
HAYAT. 
(Yukarıdaki resim, bakmaya doyamadığım sayılı manzaralardan birisi.)


2 yorum: